Nasılsın Yüzyıl?

Evet işte orada. Yüzyıl aynı, hiç değişmeyen o eski naif, zarif ve bir o kadar da kırılgan haliyle oturuyor masada. Görüyorum onu.

Yine her zamanki o mayhoş, ekşi deniz kokan masasının arkasında. Sadece günbatımını izlemekten büyük haz alanların, sadece o kızıllığa aşık olanların akıl edebileceği şekliyle siyahımsı camın perdelediği masanın hemen bitişiğine kurulmuş yine.

Yaklaşıyorum yanına. Ürkütmeden ceylanımı, usulca sokuyuyorum masasına.

Ancak ne farkedeyim? Yüzyıl dalgın, düşünceli. Nereden mi çıkarıyorum?

Bunca güzelliği görmeye alışmış ve bunu görebilmeyi başarabilmiş biri olarak, nadiren yaptığı gibi telefonuna eğilmiş. Ne bulmayı beklediğini tam bilemeden bir şeyler arıyor. Belki cesaret, belki önemini damarlarında hissetmeye başladığı bu son anlar öncesi biraz çıkar yol bulmayı bekliyordur. Kim bilir belki de gaipten bir haber.

Bulabilmiş midir? Mümkün, ancak çok güç. Bu buluşmanın gayesi de bu değil mi zaten? Bütün bunları bulamamış iki kişinin, boyunlarındaki yağlı urganı çözme çabaları. Gerçi çözelim derken sıkmaları, kendi elleriyle boğulmaları da mümkün. Ama böyle bir ihtimal hep yok muydu zaten?

O zaman içimden bi soru, dalga dalga yükseliyor. Sahi ben nasılım? Ben de gergin miyim biraz? Yoksa fırtına öncesi sessizlik mi var üzerimde, biraz durgun muyum?

Hayır, olamaz. Kararlı gözükmeli. Görünce, badem badem, güzel ela gözlerini su koyvermemeliyim.

Hayır durumun ciddiyetinin buna elvermediğini, güneşin yeşile çaldığı şu güzel gözlere bu kez, hayatımda ilk ve belki de son defa teslim olmamalıyım. Çünkü bütün hücrelerimin, her atom zerreciğine kadar önemini kavradığı bu eşsiz anda biliyorum ki, kendi kalp çarpıntımın sesinden duyamamış olsam da sesini, karşımdaki yüreğin o gözlerden de yüce bir ritmi var.

Kendim için başaramasam da, bu ritmin artık şarkı şeklinde yer alabilmesi pahasına başka bir yaşamda, kararlı ve ciddi olmalı. Böyle görünmeli.

Asırlar gibi geçen bu andan sonra kendime geliyorum. Ufak, sesim gibi puslu, boğuk bir öksürükle onu da kendine, o mayhoş kokuların, martı seslerinin, araç vınlamalarının, bisiklet tıngırtılarının ve mavi kızıl renklerin ve en nihayetinde de bizim dünyamızın, bizim anımızın içine davet ediyorum.

Sahi o nasıl bir davete icabetti öyle?

Gözlerini devirerek alttan yukarı süzüyor evvela beni. Sonra içinden, nihayet evet nihayet oldu, bu sefer tam da ona yakıştığı şekliyle kuşandırmayı becerebildim, nihayet buna zorladım onu, diye düşündüğü çok belli. Bunu, oturduğu yerde hoşnutsuz bir şekilde kıpraşmasından, kamburunu yok etmesinden, kendisinin de bir şeyler yapmak, kendi varlığının da aslında hiç fena olmayan bir gösterişe sahip olduğunu gösterme hevesinden anlayabiliyordunuz.

Sonrasında elini uzatıyor. 

Elimi uzatıyorum ve merhabalar Yüzyıl.

Benekli gözlerinde bir gülümseme, merhaba diye karşılık veriyor, duyulur duyulmaz bir sesle.

O an aklımdan tamamen çıkmış bir şeyin daha tekrar ve tekrar farkına varıyorum. Sesi ne kadar güzeldi öyle değil mi? Az mı türkü mırıldansın diye etrafında pervane misali dönmüşlüğüm vardı. Az mı sesinin tınısında kaybolduğum, uykumdan uyandığım ya da uyuyamadığım. Her neyse mesele ciddi. Meselemiz bu değildi, böyle şeylere takılı kalmamalıyım. Bugün olmaz.

Neyse. Ne çok fazla sıkıyorum elini, ne çok bol bırakıyorum, ne de kavranmamış en ufak bir kıvrım bırakıyorum iki avuç arasında. Avuçlarımızda. Evet başardım. Başardık. Her an olduğu gibi burada da en büyük yardımcım kitapları düşünmeden edemiyorum. Güzel bir giriş yapmıştım diyebileceğim sonrasında arkadaşlarıma. Diyorum da.

Oturuyorum, sakince ve ağır ağır. Devasa sandalyeyi en küçük bir rahatsızlığa mahal vermeden bacaklarımın altına çekiyorum. Hafifçe yerleşiyorum yerime, ama kesinlikle aceleye fırsat vermiyorum. Vermemeliyim. Heyecana kapılıp hızın ve dolayısıyla fütursuzluğun esiri olmamalıyım.

Hayır doğru kelime olmamalıyız olacak. Artık mevzu bahis ben değil, biz olmalı. Kim bilir, masadan kalktıktan sonra da böyle kalma ihtimali var. Ancak aklımdan çıkarmadığım diğer bir olasılık da yok değil. Geldiğimiz gibi gitme ihtimalimiz de oldukça mümkün.

Her neyse çok düşünüyorum. Gereğinden fazla düşünmeyi bir kenara bırakmalıyım. Sadeliğin kollarında ancak kazanılabilir bu zafer. Bunun bilincine vardığım iyi oldu. O halde ufaktan başlayalım. Neticede değiştireceğimiz kendi dünyamız da olsa öncelikle oturduğumuz düşünce koltuğundan kalkmamız ve diyalog yoluna koyulmamız gerekiyor.

Allahtan sessizliği seven biri değil de kurtardı beni düşünce esaretimden.

Naber?

Her şey yolunda. Ama başlamadan, kusuruma bakma gerginim biraz. Birazda seninle daha önce hiç ciddi konuşmamış olmamın verdiği kendini bilmezlik hali var üzerimde. Tabi çekincelerim de yok değil. Gerginliğimin sebebini farklı yerlere çekmen de mümkün olduğu için, tedirginim. Ama bu sözlerden sonra da yapmazsın veya hakkımı teslim edersin diye umuyorum. Sahi seni sormalı?

Nasılsın, Yüzyıl? Neler yaptın görüşmeyeli?

.

.

.

2 comments

Yorum bırakın